Charles Darwin (1809-1882) Kimdir? Hayatı, Çalışma Alanları ve Eserleri Nelerdir?

Photo of author

By Bilgio.Net

Charles Darwin (1809-1882) Kimdir? Hayatı, Çalışma Alanları ve Eserleri Nelerdir?

Kutsal kitaplardan sonra en çok ses getiren kitap hangisi oldu, diye sorsak, cevap; tartışmasız, doğa bilimci Charles Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ (Origin of the Species) isimli eseri olurdu. Zira Darwin, bu eseriyle, insanoğlunun ‘Biz nereden geldik?’ şeklindeki var oluş hesaplaşmasına iddialı bir cevap vermeye soyunuyor; üstelik bunu, kabaca ‘maymundan geldik’ demek suretiyle yaparak, tüm insanlığı, ‘din ve bilim’ çatışmasının kucağına itiyordu.

Darwin’in 1843’te insanoğlunun zihnine attığı bu el bombasının patlamasından kaynaklanan şok dalgaları dinmiş değil; dinecek gibi de görünmüyor. Kutsal kitapları referans alanlar; ‘maymun ile akrabalık’ kurma fikrine tiksinti ile bakarken, evrimciler, dünyanın dört bir yanında, kendilerini haklı çıkartacak fosil arayışlarına ‘bıkmadan’ devam ediyor.

Bilim tarihinin bu en tartışmalı adamının hikayesi, 1809’da İngiltere’de başlamıştı. Ailesi zengindi. 16 yaşına bastığında, tıp eğitimi almak için Edinburgh Üniversitesi’nin bahçesinde turluyordu. Ama onun aklı tıpta değil, çiçekte, böcekteydi. Sürekli gözü ve zihni ile doğayı analiz ederken, bir yandan da ona din adamı olmasını öğütleyen, başarılı bir hekim olan babasının “Köpeklerle oynamak ve fare yakalamak dışında bir şey seni ilgilendirmiyor anlaşılan. Ailenin yüz karası olacaksın!” şeklindeki ikazlarına aldırış etmemeye çalışıyordu. Ailede doğanın harikulade yapısına kafa yoran sadece genç Charles değildi. Dedesi Erasmus Darwin de “Nereden geldik?” sorusuna kafa yormuş, bu soruya kısmen evrim alternatifi ile cevap bulmaya çalışmıştı. Torunu, dedesinden aldığı bayrağı öyle bir yere dikecekti ki, o bayrak, adeta evrimcilerle yaradılışçılar arasındaki fikir savaşının startını da verecekti.

Darwin’in hayatını değiştiren isim Cambridge’deki öğretim görevlilerinden Joseph S. Henslow oldu. Onunla kurduğu arkadaşlıkla yeni dünyaların kapısını aralayacaktı. Nitekim bir süre sonra Henslow’un da yardımıyla, hem kendi hem de bizlerin hayatını oldukça etkileyecek bir yolculuğa çıktı. Kendisini beş yıl boyunca dünyanın dört bir yanında dolaştıracak olan kraliyet ailesine ait araştırma gemisi Beagle’ın güvertesine adım attığı andan itibaren aklında tek bir düşünce vardı. Doğanın sırlarını çözmek…

Beagle, İngiltere’den demir alıp, Güney Amerika etrafından dolaşarak Avustralya ve Güney Afrika üzerinden tekrar İngiltere’ye döndüğünde, aradan tam beş yıl geçmişti ve Darwin’in çantasında yolculuk boyunca tuttuğu, zooloji ve jeoloji üzerine birbirinden ilginç notlar vardı. Bu uzun seyahat boyunca değişik coğrafyalarda onlarca canlı türünü incelemiş, kendince, sürekli aklını kurcalayan var oluş merkezli soruların cevabını bulmuştu. Patagonya kıyılarında dev deniz kaplumbağalarını, Avustralya ormanlarında devasa bitkileri incelemiş, binlerce örnek toplamış ve tüm bunların sonucunda; insan da dahil olmak üzere, canlı türleri arasında bir evrim zinciri olduğu kanaatine ulaşmıştı. Yolculuk dönüşü zooloji ve jeoloji konusundaki incelemelerini ve yolculuk günlüğünü yayınlayınca, birden ismi bilim çevrelerinde parladı. Üstelik bu gezide edindiği bilgiler onu Londra bilim çevrelerinde saygın bir konuma da getirmişti. Fakat kafasında çok daha derin düşünceler vardı, şimdiye kadar kabul gören gerçekleri değiştirecek kadar etkili düşünceler. Gördükleri ona, türler arasında bir evrim olduğunu fısıldıyordu, üstelik işin içinde insanoğlu da vardı.

Dünyayı değiştiren kitap: Türlerin Kökeni

1843 yılında döndüğünde beş yıllık gözlemlerini paylaşmaya başladı ve bilim çevrelerinin bir numaralı gündemi oldu. Evrim ve türlerin gelişimi üzerine sergilediği aykırı fikirleri ile ezberleri bozuyor, dinin yaradılış inancına kafa tutuyordu. Ama asıl bombayı 1859’da patlatacaktı. Bu yılda yayınladığı Türlerin Kökeni isimli kitabı gündeme bomba gibi düşmekle kalmıyor, aynı zamanda yaradılış teorisine mesafeli biyologların da adeta kutsal kitabına dönüşüyordu. Bu eserini kaleme alırken Thomas Malthus’un Toplumun Gelecekteki Gelişmesine Etkileri Açısından Nüfus Üzerine Bir Deneme eserinden de fazlasıyla etkilenmiş olan Darwin, Malthus’un, insan ve hayvanların üreme tarzlarına dönük fikirlerinden hareketle, o çok tartışılan Doğal Ayıklanma (Doğal Seleksiyon) tezini geliştiriyordu. Söyledikleri gayet çarpıcıydı: “Hayvanların belli bir nüfusu korumaları, zayıf olanların, büyüme yaşına gelmeden ölmesine bağlıdır. Ayakta kalacabilecek kadar güçlü olanlar, üreme yaşına gelebilir. Sanki bir el, zayıfları elemektedir.”

Darwin’in bu sonuca ulaşmasında özellikle Gallapagus adalarındaki dev kaplumbağalar ile kuşlar üzerinde yaptığı gözlemler etkili olmuştu. Buradan kimi canlı türlerinin çevresine uyum sağlayarak hayatta kaldığı, buna ayak uyduramayanların ise yok olduğu sonucunu çıkarmıştı. Ona göre bu doğal ayıklanma, evrimin motoruydu. Güçsüzler eleniyor, hayatta kalanlar, evrim geçirerek yeni ortama uyuyor ve ilerleme devam ediyordu. Tüm bu mekanizmanın özünde de, ortaya attığı evrim teorisi ile kendince insanın nasıl ortaya çıktığını cevaplıyordu. Ona göre denklem çözülmüştü: Organizmalar zamanla değişiyordu. Şu anda yaşayan canlılar, daha önce yaşayanlardan farklıydı. Önceki birçok canlı çoktan yok olmuştu. Dünyada sürekli bir değişim söz konusuydu ve canlılar da bunun bir parçasıydı. Zaten fosiller de bunu destekliyordu. Bütün canlıların ataları ortaktı. Bunlar zamanla belli kollara ve farklı türlere ayrılmışlardı. Aynı atalardan gelenler benzerlik gösteriyordu.

Darwin tüm bu teorisini fosiller üzerine bina ediyordu. ‘Değişimler yavaş ve süreklidir ve çok uzun zaman alır. Bunu ancak fosil kayıtlarında görebiliriz, hiçbir doğabilimci, türlerdeki ani değişimleri fosilleri incelemeksizin gözlemleyemez.’ diyor, bu evrimin merkezine de doğal seleksiyonu yerleştiriyordu. Darwin durmadı. 1871’de yayınladığı ‘İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Mahsus Seçme’ (The Descent of Man and Selection in Relation to Sex) ile teorilerinde zirveye çıktı! İşte bu çalışmasında, insan türünün maymun ile ortak atadan gelmiş olduğunu, zamanla doğal şartlar gereği serpildiğini, bazı organlarının yok olurken, ortama ve ihtiyaca binaen diğer organlarının gelişmiş olduğunu ve insanoğlunun şimdiki halini aldığını iddia ediyordu!

Darwin, bu söylemi ile farkında olmadan, günümüzün kapitalist dünya görüşünün acımasız temel kabullerinden ‘büyük balık küçük balığı yer, ayakta kalmak istiyorsan güçlü olacaksın.’ şeklindeki inanışın temellerini de atmış oluyordu. Buna benzer sarsıcı fikirler, tepki çekmekte gecikmeyecekti. Kilise ayaklandı. Özellikle teoriye felsefi açıdan karşı çıkanlar, Darwin’i, ırkçılığa kadar gidebilecek bir kapı açmakla suçluyorlardı. Öyle ki kopan fırtınada ne şeytanlığı ne de şarlatanlığı kaldı. İngiliz Bilimsel İlerleme Derneği’nin 30 Haziran 1860’ta Oxford’da toplanan yıllık oturumunda Anglikan Piskoposu Samuel Wilberforce, “Maymunla akrabalık bağın annen tarafından mı, baban tarafından mı?” diyerek, Darwin’e yönelik en sert eleştirileri dile getirdi.

Darwin’in fırtınalı hayatı 1882’de sona erse de, ortaya attığı kuramların çıkardığı fırtına tüm şiddetiyle devam ediyor.

Sadece bir teori

Darwin’in bu teorisi, adı üzerinde bir teori olmasına rağmen, özellikle batıda ve kısmen de Türkiye’de, mutlak bir bilimsel gerçeklikmiş gibi lanse edilmeye devam ediyor. Oysa ne suyun kaldırma kuvveti ne de yerçekimi kanunu gibi doğruluğu ispatlanmıştır! Kısmen yaradılış teorisinin ve buna paralel Intelligent Design (yaşamın yaratıcı tarafından gerçekleştirilen akıllı bir tasarım olduğu düşüncesi) teorisinin de müfredata girdiği Amerika’yı dışarıda tutarsak, teori özellikle Avrupa’da, okullarda mutlak bir gerçekmiş gibi sunulmaktadır. Peki gerçekten öyle midir?

Her şeyden önce Darwin’in iddia ettiği ve teorisinin bel kemiği olarak gösterdiği türden, maymundan insana geçişi kanıtlayan bir fosil kaydı bulunamamıştır. Kaldı ki birçok biyolojik ve çevresel faktörün yıpratıcı etkisinden dolayı fosillerin karşılaştırmayı imkansız kılacak derecede deforme olması, söz konusu takibi zorlaştırmaktadır.

Evrim teorisine göre, bizler, yani modern insan, üç aşamadan geçerek şu anki yapımıza kavuştuk. Buna göre milyonlarca yıl öncesinde yaşayan ilk atamız Homo Hibilisler vardı. Ardından Homo Erektus geldi. Ve son halka olarak da bizler, yani Homo Sapiensler geldik. Bununla birlikte modern bilimin bu öngörüsünü destekleyecek fosil zinciri bulunmazken, yanlışlayan birçok fosil bulunmaya devam ediyor. Ve bazı deliller de, bazı canlı türlerinin bir anda ortaya çıktığına işaret ediyor.

Söz gelimi, evrimin alternatifi olarak sunulan Akıllı Tasarım’ın savunucularından Amerikalı bilim adamı Dr. David Berlinski, doğal seleksiyonun yeni özellikler yaratan bir mekanizma olmadığını, zaten ‘yapay seleksiyon’ yoluyla canlılarda gözlemlenen değişimlerin hiçbir zaman belirli bir sınırı aşamadığını söylüyor ve “Tavukları ne kadar farklı biçimlerde seleksiyona uğratırsanız uğratın, küp şeklinde yumurtlamalarını sağlayamazsınız.” diyerek, ilginç bir örnek veriyor: “Uzun süren sessizlik ve durağanlık dönemlerinden sonra aniden yepyeni canlılar beliriyor yeryüzünde. Sonra yine sessizlik ve durağanlık ve sonra yeniden devrimsel değişimler. Bu, Darwinizm ile taban tabana zıt.”

Her ne kadar makalemizin Darwin’i çürütmek gibi bir iddiası olmasa da, bilimsel bir kanıtı olmayan bu teorinin Kanada ve Amerika’daki birçok Katolik okulunda müfredattan çıkartılmış olduğunu hatırlatalım. Buna sebep olarak, evrim teorisinin, ispatlanmadığı halde, dini inanışların yerine Natüralizm olarak tanımlanabilecek bir din tesis etme yolunda alet edilmesi gösterilmiştir. Bununla birlikte, Darwin’in, kanıtlanmamış olan bu teorisi ile, bilimden dine, oradan politika ve felsefeye varıncaya kadar dalgalanmalar yarattığı gerçeği yadsınamaz. Çağdaşı T. H. Huxley’in, “Biz canlıların oluşumuna ilişkin, doğruluğu olgusal olarak yoklanabilir bir açıklama arayışı içindeydik. Aradığımızı Türlerin Kökeni’nde bulduk. Kutsal kitabın masalımsı açıklaması geçerli olamazdı. Bilimsel görünen diğer açıklamaları da yeterli bulamıyorduk. Darwin’in kuramı her yönüyle bilimsel yeterlikte idi.” diyerek, Darwin’i dinlerin yaradılış felsefesine karşı bir anti-tez olarak sahaya sürmesinden bu yana, evrimciler ile evrim karşıtları arasındaki mücadele devam ediyor.

Dile getirdiği iddialar, Kopernik, Galileo ve Newton gibi bilim adamlarının 16. ve 17. yüzyılda başlattıkları ve Kopernik Devrimi adıyla anılan devrimin ikinci ve son perdesi olarak isimlendirilse ve mutlak bir gerçekmiş gibi savunulmaya çalışılsa da, Darwin’in hayatın oluşumuna dair çizdiği şablon, bir fanteziden öteye geçebilmiş değil.

 

Yorum yapın