Gregory Mendel (1822-1884) Kimdir? Hayatı, Çalışma Alanları ve Eserleri Nelerdir?
Evet doğruydu. O bir keşişti. Hiç ara vermeden yirmi yıl bir manastırın bahçesinde insanoğlunun oluşumuna dair sırların peşinde koştu. 1865’te kalıtım yolu ile anne babanın özelliklerinin çocuklarına geçtiğine dair üç kanun ortaya atsa da, döneminin yetersiz tıbbi şartları, iddialarını kanıtlamasına imkan tanımadı. Fikirleri kabul görmeyince çaresizlik içinde öldü. 20. yüzyılın teknolojisi, kalıtım ve genlerle ilgili fikirlerindeki doğruluk payını gözler önüne serdiğinde, kendisinin haberi olmasa da, tarihe genetik biliminin babası olarak geçiyordu. Her ne kadar bilim çevreleri, ortaya attığı iddialarla, aslında demek istedikleri arasında fark olduğunu iddia etse de, Mendel bazı çevreler tarafından ‘evrimin anahtarını elinde tutan papaz’ olarak tanımlanmış ve şüphesiz ki biyoloji biliminin üzerine mührünü sıkıca basmıştır.
Adı genetik biliminin atası olarak tarihe işlenen Gregory Mendel, hayata gözlerini açtığında, ülkesi Çekoslovakya, Avusturya İmparatorluğu’nun bir parçası, kendisi de, birçok akranı gibi, fakir bir çiftçi ailesinin çocuğuydu. Dönemin şartları, sefillikten yırtmak için eğitimden başka çıkış yolu tanımıyordu. Tarlalarda ter dökmek Mendel’e cazip gelmemiş olsa gerek, tüm benliği ile kendini okumaya vermiş, icabında boğazından kesmiş, ama eğitiminden taviz vermemişti. Ta ki, yüksek öğretime kadar. Zihin dünyası ile tamamen botanik bilimine kitlenmiş olan Mendel’in fikir dünyası zengin olsa da, cebi için aynı şey söylenemezdi. Öyle ki, kız kardeşi çeyizini bile kardeşinin eğitimi için gözden çıkarmaktan kaçınmasa da, Mendel için yüksek eğitim, aşılmaz bir Çin Seddi idi adeta. Peki pes edecek miydi? Tabi ki hayır. O da bu kitapta kendine yer bulan birçokları gibi soluğu, dinin huzur ve de aynı zamanda zihinsel faaliyetler için fazlasıyla imkan, en azından zaman veren dünyasında alacaktı. Mademki botaniğe meraklıydı, o halde, Avusturya’daki, botanik müzesi, bahçe bitkileri ve zengin kitaplığıyla ünlü Brünn Manastırı’ndan daha ideal bir çalışma ortamı olamazdı.
Yirmibeşinde papaz olan Mendel, birkaç kez denese de üniversite eğitimi almaya hak kazanamaz. Zira, her defasında sınav kurulunda, özelikle kalıtım ve evrimle ilgili olarak seslendirdiği aykırı görüşler, kapıların yüzüne kapanmasına yol açmaktadır. Ümitsizlik içinde tekrar manastır bahçesine kapanır. Mademki kendisine bir eğitim dünyası sunulmuyordur, o halde kendisi bir dünya kuracaktır!
Viyana Üniversitesi’nde bir süre fizik ve doğal tarih öğrenimi görse de, o biyolojiye aşıktır. Kapandığı manastırın bahçesi, canlıları incelemesi açısından eşsiz bir ortamdır aslında. Mendel’in kafasını kurcalayan soru ise, canlılardaki özelliklerin nasıl olup da, yavrularına geçiyor olduğuydu. Öyle ya, herkes yeni doğan yavruların bir şekilde anne ya da babaya benzediğini görüyor ama kimse bunun sebebini açıklayamıyordu. İşte Mendel, bu sebebin peşindeydi. Bir şekilde bunu bulmaya kararlıydı ve bulacaktı da. 1856’da bir avuç bezelye ile başladığı çalışmalarla yaradılışın büyük sırlarından birini çözmeye koyulacaktı…
Mendel, evrim teorisinin ilk teorisyenlerinden Jean Baptiste Lamarck’dan (1744-1829) etkilenmişti ve kendince onun bulgularının gerçekliğini gösterme heveslisiydi. İlham kaynağı Lamarck, evrimin yavaş ilerleyen bir süreçle gerçekleştiğini ve birçok neslin geçmesiyle yepyeni bir türün oluştuğunu söylüyordu. Lamarck’a göre çok uzun bir sürecin sonunda canlılar, bugünkü karmaşık ve mükemmel yapılarına kavuşmuştu. Mendel de süs bitkilerini yabani otlar arasına dikerek gözlemlemeye başladı. Uzun bitkilerle, kısa bitkileri çaprazlayarak orta boylu bitkiler elde etmeyi hesaplıyordu. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Zira yetiştirdiği bitkilerin tohumları kuşaktan kuşağa aktarıldıkça sahip oldukları farklı özellikleri kaybetmiyorlar; bilakis, bu özellikleri ile bir şekilde diğer bitkiler arasından sıyrılıyorlardı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, elde ettiği hep uzun boylu bitkiler oluyordu. Peki neden böyle oluyordu? Bu soruya zihin yoran Mendel, doğadaki bazı temel kalıtım birimlerinin, diğerlerine nazaran daha güçlü olabileceğini düşünmeye başladı. Kalıtımın sihirli dünyasıyla ilgili sisler dağılmaya başlamıştı.
Birbirinden farklı özelliklere ait 22 çeşit bezelyeyi, çaprazlama6 adını verdiği teknik ile birbiri ile dölledi. Bu arada birçok başarısızlık yaşasa da bezelyelerin ardından aynı çalışmaları fareler üzerinde de yapmaya başlamış ve bir süre sonra deneklerin kalıtsal özelliklerinin her seferinde belli bir oranda döllerine geçtiğini görmüştü. Artık kafasındaki kalıtım kanunları ete kemiğe bürünmeye başlamıştı.
Kalıtımda, insan vücudundaki sihirli bir şey rol oynuyordu. Döneminde gen ve kromozom gibi kavramlar henüz bilinmediği için kendisinin ‘faktör’ olarak adlandırdığı birimlerle, kuşaklar arası özelliklerin nakledildiği sonucuna ulaştı. Her ne kadar kendisi on yıl süren bu çalışmalarını ‘Bitki Melezleri ile Çalışmalar’ (Versuche Über Pflanzenhybriden) başlığı ile yayınlasa da, ilginçtir, bu eseri hayatta olduğu sürece hiç ses getirmedi. Dolayısıyla onun için de ‘öldükten sonra heykeli dikilen adamlardan’ biri demek, yanlış olmayacaktı.
Mendel, istatistiki rakamlarla da desteklediği bulgularını şöyle özetliyordu: Asırlar boyunca, kalıtımın, çocuklarda, anne ve babanın karakterlerinin bir karışımı olarak ortaya çıktığına inanılıyordu. Oysa kalıtımsal özellikler gelecek kuşaklara tesadüfen geçmez. Temel kalıtım birimleri (gen yerine kullandığı ifade) birbirlerine karışmadan temel özelliklerini korurlar. Bu öğelerin bazıları baskın (dominant), bazıları ise çekiniktir (resesif). Çiftleşen bireylerin çocuklarına aktardıkları birimlerin birbirine göre baskın ya da çekinik olma durumları, çocuğun kalıtsal özelliklerini belirler.
Mendel’in bu bulguları, ölümü ile birlikte derin bir uykuya daldı. Ölümünden 16 yıl sonra, Avusturya’da E. Von Tschermak, Hollanda’da H. De Vries ve Almanya’da Carl Erich Correns isimli üç biyolog, birbirlerinden habersiz olarak farklı bitki türleri üzerinde yaptıkları araştırmalarla Mendel ile aynı sonuca ulaştıklarında, Mendel de bilim tarihinde hak ettiği yeri almış oluyordu. Üçlü, bulgularını, ustalarının adı ile; Mendel Yasaları adı altında toplayarak, literatüre soktuklarında, insanoğlu bir bilinmeyeni daha geride bırakıyordu.
İlerleyen yıllarda biyologların böcek, balık, kuş ve memeliler üzerinde yaptıkları benzer çalışmalar ve ardından da gen biliminin ortaya çıkması, Mendel’in kalıtıma dönük bulgularını kesin olarak ispatlamıştı. Günümüzde ise genetik mühendisleri, ustaları Mendel’in izini sürerken, büyük ustanın şu sözleri bilim koridorlarında yankı bulmaya devam ediyor: “En basit bitkilerde bile arzu edilen özellikleri sağlayan genler, diğerlerine göre daha baskın. Bu yüzden insanlığın kötülüğe evrileceğini düşünüp kötümserliğe kapılmak yerine; iyiliğin, kötülüğe baskın geleceğine emin olup, umutlarımızı tekrardan yeşertmemiz daha akla uygundur…”