Süleymaniye Camii Mimarisi ve Tarihi Hakkında Bilgiler

Photo of author

By Bilgio.Net

Süleymaniye Camii Mimarisi ve Tarihi Hakkında Bilgiler

Sinan, Süleymaniye’yi bir kalfalık eseri olarak, Edirne Selimiye Camii’ni ise ustalık eseri olarak tanınlamış. İnsanların kendi eserleri hakkında söyledikleri, onların değerini ne kadar belirleyebilir ? Sinan’ın Süleymaniye’yi bir kalfalık eseri olarak görüyor olması anlaşılabilir. Büyük ihtimalle teknik sıkıntıların giderilmesiyle ilgili bazı başarılı çözümler geliştirebildiği için Mimar başı öyle hissetmişti. Selimiye Camii, klasik sorunlara getirdiği devrimci yaklaşımlarla gerçekten de Süleymaniye’den daha çarpıcı görünür ama yine de Süleymaniye’nin mimari meselelerin ötesinde, bazı özellikleriyle çok daha önemli bir eser olduğunu düşünüyorum. Selimiye’de ana kubbe yükünü dengeli bir şekilde dağıtması, Osmanlı klasik mimarisinin her zaman ulaşmaya çalıştığı modelin doruğuydu zaten. Böylesi teknik başarılarla ilgili tartışacak bir şey yok : Selimiye Sinan’ın en büyük eserlerinden biridir şüphesiz. Ancak Süleymaniye içeriği açısından bir baş yapıttır.

Klasik ölçeklere gayet uygun yapılmış olan Süleymaniye’nin cephe mimarisi, ihtişamıyla kentin siluetine böylece hakimken, avluya vardığımız andan itibaren yumuşak, müşfik bir sıcaklıkla karşılar bizi, Sinan’ın Süleymaniye’deki asıl başarısı da budur. Büyük anıtların hemen tümünde görmeye alışık olduğumuz o ezici azamet yoktur burada. Yaratanın yüceliği, bizi korkutan bir durum olmaktan çıkmış, müşfik bir kucaklamaya dönüşmüştür. Bu yönüyle Süleymaniye, Rönesans sanatındaki hümanist yaklaşımın Osmanlı dünyasındaki, göz kamaştıran bir uygulamasıdır. Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasıdır. Yalnızca yapı elemanlarıyla değil, ışık-gölge dengesi, akustik olanakları, süsleme programıyla da insani bir bakışa hitap eder.

İstanbul’a en iyi görüş açısına sahip ve üzerinde Topkapı Sarayı’nın kurulduğu Zeytinlik Platosu’ndan sonraki en güzel nokta olduğu su götürmez. Süleymaniye Tepesi, İstanbul’a hakim oluş konusunda her ne kadar Topkapı kadar elverişli değilse de, İstanbul’a kendisini sergileme açısından, çok daha doğru bir konuma sahip. Pera kıyılarından Kağıthane’ye kadar her yerden görülebilir olan Süleymaniye, biraz daha cüsseli ya da az daha cılız olsa eminim ki İstanbul’un çehresi bu kadar güzel olmayacaktı. Dış avlunun bahçesinden bakıldığında, solda Haliç, karşıda Pera, sağ tarafta Boğaziçi, Marmara girişi, Anadolu yakası, gerilerde ( açık havalarda ) Uludağ görülebiliyor.

Süleymaniye Camii, küçük bir kent çekirdeği olarak düşünülebilecek bir külliyeye ait. Külliyeler Osmanlı’nın kentleşme sürecine müdahale etme araçlarıydı. Süleymaniye örneği : imaret, kervansaray, Bimarhane, tabhane, tıp medresesi, darülhadis, sıbyan mektebi, kütüphane, çarşı gibi bir kentin temel unsurlarının bütününü içeren dev bir kompleks olarak çıkar karşımıza. Sağlık hizmetlerinden, okullara, yemek servisinden, ibadetgaha kadar bütün kurumların eksiksiz hizmet verdiği, vakıflar aracılığıyla geliri teminat altına alınmış bu birimler, bir anlamda demografik planlama hamleleriydi. Genelde Osmanlı’nın Bizans’ı yenip İstanbul’a yerleşmesiyle bir dönemim hikayesi sona erdirilir ancak iş o kadar kolay değildi; bütün kurumların, nüfusun, töre ve alışkanlıkların, hukukun, sanatın vs. yeniden yapılanması, örgütlenmesi gerekmekteydi. Bu cihetle külliyeler kentin muhtelif noktalarına yerleşim dağılımını belirlemek için tasarlanmış çekim merkezleri gibi iş görmekteydi. Fatih ve Süleymaniye külliyeleri, özellikle ulemanın ağırlıkta olduğu önemli merkezler olarak çok başarılı birer girişimdi.

Öte yandan bu muazzam külliye, aslında cami çevresine dağıtılmış bir kampüs olarak tasarlanmıştı. Dört ayrı seviyede eğitimin gerçekleştiği kampüsün asıl amacı, gücünün doruğuna varan bir imparatorluğa her alanda eğitilmiş entelektüel kadrolar yetiştirmekti. Bunun için yapılan yerleşim ve mimari planlama hayret verici bir ustalık sergiliyor.

Süleymaniye Camii’nin Tarihi

1550 yılının Haziran ayında başlanan macera 1557 yılında bitirildi. En azından külliyelerin merkezi olan cami için böyle söylenebilir, zira geri kalan bölümlerin inşaatının birkaç yıl daha sürdüğünü biliyoruz. Süleymaniye Külliyesi’nin inşaatına dair tarihsel kayıtların birkaç katı kadar da efsane olduğu söylenebilir. Yukarıda saydığım teknik zorlukların başarıyla nihayete erdiği bu sancılı yolculuğu dışarıdan izleyenler, akılla kavrayamadıkları her şeyi bir masal formunda kendilerine ve birbirlerine izah etmiş olsalar gerek.

Şethülislam Ebussuud Efendi, temele ilk taşı koydu ve inşaat macerası başlamış oldu. Depreme karşı önlem olarak altı metre derinliğinde bir temel açılıp buraya yirmi metre aralıklarla bentler kuruldu. Izgara formunda örülmüş olan bu duvarlar bir labirenti andırır ve camideki sıcaklığın dengelenmesini sağlar diye bir görüş var. Gerçekten de Süleymaniye Camii, benzeri görülmemiş doğal bir klimatizasyona sahiptir. Yazın bunaltıcı aylarında içerisi serin ve havadarken, kışa denk gelen Ramazan aylarında, nispeten kalabalık geçen teravih namazlarında bile sıcaklık vücut ısısına yakındır, üstelik onca insana rağmen hava temizdir. Gerek pencerelerin konumlanışı, gerekse de kullanılan malzemeler bunu sağlıyor herhalde. Öte yandan Süleymaniye, sanıyorum yine aynı nedenlerden dolayı, bir akustik şaheseri olarak gösterilir. Ziyaretiniz sırasında dikkat ederseniz en uzak noktada duran birinin normal sesle konuşmasını duyabilirsiniz.

Süleymaniye Camii, iki yönüyle İslamiyet’in ibadetgah ihtiyacını karşılayabilme bakımından çok önemli bir baş yapıttır. İlki bu akustik meselesidir. İkinci olarak kubbeyi taşıyan, fil ayağı tabir edilen büyük peyaler cemaatin kullandığı alanı perdelemez ve toplu hareket etmeyi önlemez. Cami mimarisinde belki de en temel mesele budur. İslamiyet’te ne cemaat arasında ne de dini ritüelleri koordine eden hocalar arasında bir hiyerarşi bulunur ve böyle bir durum İslamiyet’in esasına aykırı düşer. Süleymaniye’nin mimari tarzının Ayasofya’dan ilhamla yapıldığı yönünde yaygın bir görüş var ki bu büyük oranda doğrudur. Bazı uzmanlar Kanuni’nin Ayasofya mimarisinden esinlenerek bu mimari tarzı Sinan’a önerdiği inanır. Ne olursa olsun, sonuçta Sinan, Ayasofya’nın örtü sistemini bir mimari çözüm olarak kullanmış ama orada gördüğü, dikey gelişen orta ve yan sahınların sütunlar aracılığıyla birbirinden radikal bir şekilde kopartılması fikrinden hiç hoşlanmamış ve bu noktada bütünüyle kendi çözümünü geliştirmiş. Ayasofya’da yan sahınlar ile orta sahın, birbirinden öyle çok yalıtılmış ki, bu durum yapıyı neredeyse yan yana duran üç ayrı dikdörtgen alan haline getirmiş. Oysa Süleymaniye’de yine merkez kubbe, giriş ve mihrap yönünde yarım kubbelere yüklenir ve kubbenin yanları birer payelere basan kemerlerle taşınırken zemin düzeyinde işin mantığı bütünüyle değişir. Ayasofya’da bulunan galeri yükünden kurtulmuş olan fil ayakları yan duvarlara mümkün olabildiğince yaklaştırılmış. Fil ayaklarının arasına, ışığı kesmeyecek seyreklikte sütunlar dizilmiş, ‘’ timpana ‘’ duvarı bunlarla desteklenmiştir. Pencerelerle oyulmuş olan duvar ile fil ayakları arası, on tane mahlifle doldurulmuş, arada kalan dar sahınlar, pencereler sayesinde bolca aydınlatılmış, böylelikle özgün ve zekice bir çözüm üretilmiş. Kubbenin taşıtılması, gerçekten Ayasofya modeliyle gerçekleşmiş olsa da, ortaya çıkan eser dikdörtgen alanlardan oluşmaz, neredeyse tam bir karedir.

Ortalama iki bin işçinin çalıştığı inşaat, yedi yıl sürdü. Kullanılan mermerlerin büyükçe bir bölümü Marmara Adası’nda çıkarıldığı gibi, avluda ve iç mekanda kullanılan sütunların bir kısmı antik ve klasik dönem tapınaklarından devşirildi. Benzeri inşaatlarda olduğu gibi, burada da Müslüman inşaatçılar Cuma günleri izin yaptı. Hıristiyanlar ise Pazar günleri. 1554 yılında, kubbe konulmadan önce zeminin stabilizasyonu için inşaata bir buçuk yıl ara verildi.

Süleymaniye Camii’nin Mimari Yapısı

Kubbe yapımında kullanılan tuğlaların büyük bir bölümü Hasköy ve Gelibolu’da üretildi, demir ise Bulgaristan’dan getirildi.

Yapı 1660 yılında yangında zarar gördükten sonra, Fossati tarafından restore edildi. İç dekorasyonda görülen barok esinli süslemeler bu dönemde yapıldı. Zaten genel dekorasyona uyumsuz olan bu bölümler rahatsızlık vermez isteyene.

Caminin etrafı geniş bir dış avluyla çevrelenmiş. Burada Mera, Mektep, Eski Saray, Çarşı, Hekimbaşı, İmaret, Kubbe, Tabhane, Ağa ve Harem Kapısı isimlerinde 10 kapı bulunur. Bunun ortasında, yükseltilmiş bir platform üzerinde mermer kaplı revaklı bir iç avlu yer alıyor. Ana giriş kapısı üç katlıdır. Bu cümle kapısının tasarımında Memluk etkisi görülür. İçinde odalar bulunan bu kapı ne Sinan’dan önce ne de daha sonraki devirlerde bir daha uygulanmış.

Sakin ve huzurlu iç avluda fıskiyeli bir havuz var. Revakta sütunlar somaki, granit ve mermerdir. Avlunun her köşesinde birer minare bulunuyor. Minare sayısı, Kanuni’nin İstanbul’un fethi sonrasındaki dördüncü sultan oluşunu simgeler. Bunların üzerinde bulunan on şerefe ise, Kanuni’nin Osmanlı hanedanlığı içinde onuncu sultan oluşuna işaret eder. Süleymaniye’de buna benzer başka işaretler bulmak mümkün. Minarelerin boylarının arşın cinsinden uzunluğunun ebdec hesabıyla ‘’ Allah ‘’ ve ‘’Muhammed’’ e karşılık geldiği söylenir. Bu nedenle yapılıp yapılmadığını söyleyemeyeceğim ama avlunun dış kenarlarındaki minarelerin diğerlerinden daha kısa oluşu, silüeti çarpıcı bir şekilde etkiler, hem ritmik bir hava yaratır hem de sivri, dikey çizgilerin keskinliğini yumuşatıp gözü ana hacmin zarif yatay çizgilerine kaydırır.

52 metre yüksekliğinde 26,5 metre çapındaki merkezi kubbe, dört büyük paye tarafından taşınmaktadır. Kubbe kasnağında 32 tane pencere var. Genişlik 58 metre, uzunluk ise 59 metredir.

Cami içine girdiğimiz ana kapının hemen üzerinde bulunan küçük odanın, bir zamanlar aydınlatma amacıyla yakılan kandillerden çıkan isin, hava akımı tarafından taşınıp depolanması amacıyla yapıldığı söylenmekte. Yıllarca bunun bir efsane olduğuna inanmışımdır ancak doğru olduğunu, konunun uzmanları söylüyor. Bu is odasında biriken isten elde edilen mürekkep de çok revaçtaymış.

Sütünlar Baalbek, İskenderiye, Kıztaşı gibi eski tapınaklardan, yeşil mermerler Arabistan’dan getirilmiştir. Sırf bu mermer sütunların taşınması için özel gemi yaptırıldığı söylenir.

Toplam 138 pencere var. Süsleme konusunda çok cimri davranan Sinan, Sarhoş İbrahim olarak tanınan ünlü sanatçının elinden çıkan bu alçı vitray pencereleri,  hem aydınlık sağlamak hem de gün ışığının çiyliğini kırmak için düşünmüş olmalı. Büyük bir bölümü yenilenmiş olsa da, pencerelerden giren ışık, camiyi hem homojen bir şekilde aydınlatıyor hem de içerdeki uhrevi havayı korumayı başarabiliyor. Sinan, belki biraz da yarattığı yumuşak hatlı mimariyi bozmamak için süsleme konusunda o kadar ihtiyatlı davranmıştı ki büyük üstadın çok haklı bir tercih yapmış olduğunu düşünüyorum. Özellikle çinilerin az ve yerinde kullanımı, mimari elementlerin sönük kalmasına neden olmuyor. Süslemeler, geometrinin çok tekdüzeleştiği ya da keskin hatlara dönüştüğü noktalarda yoğunlaştırılmış; böylelikle mimari elementlerin keskinliği bu kıvrak hatlarla dengelenmiş.

Her levhaların, dönemin en iyi hattatı Ahmet Karahisari tarafından yapıldığı söylenir. Başka bir görüş, bunların aslında Karahisari tarafından değil, onun öğrencisi Hasan Çelebi tarafından yapıldığıdır. Ünlü hattat, kubbeye Nur Süresi’nden ‘’ Allah gökleri aydınlatmıştır’’ ayetini işlemiştir.

Kapılar abanoz ağacından. Bir zamanlar, avizelerin aralarına örümcek ve haşarata karşı etkili olduğuna inanılan üç yüz tane devekuşu yumurtası asılıydı. Hünkar mahfilinin içindeki hat işlemeleri, bu sanatın en güzel örnekleri olarak kabul edilir. Mahfilin kapısı geormetrik olarak tezyin edilmiş cevizdendir. Büyük bir sanat eseri olan kürsünün işlemelerinin cami yapımından daha uzun sürdüğüne inanılır. Mevlithanlar balkanı ise aşırı sadedir. Bunun arakasında çok güzel, metal parmaklığı olan bir de kitaplık bulunur.

Caminin arkasındaki hazire bölümünde bir mezarlık bahçesi yer alır. Kanuni Sultan Süleyman ve Batı’da Roksena ismiyle anılan Rus asıllı karısı Hürrem Sultan bu mezarlıktaki türbelere defnedilmiş.

Kanuni’nin türbesi sekizgen bir planda olup, 28 sütunla desteklenen bir revakla dönülmüş. Burada Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan, 2. Ahmet, annesi Dilaşup Saliha Sultan ve Asiye sultan yatmakta. Türbenin içi İznik çinileriyle süslenmiş ve çift cidarlı kubbe, köşelere denk gelen somaki sütunlara taşıtılmış.

Bu türbenin sağında yer alan türbe de Hürrem Sultan’a ait. Burası da İznik çinilerinin en güzel örnekleriyle kaplanmış. Bahçenin güney duvarında bir türbeler odası var.

Platform halinde yerden yükseltilmiş olan geniş bahçede, çeşitli dönemlerden tanınmış simalar yatar. Bu küçük ve şirin mezarlığın hemen arkasında Darulhadis, bir tür ilahiyat mektebi var. Yapı 1950’lerde ciddi bir onarımdan geçirildi.

Caminin cadde girişinin karşısında, sıra sıra kahvehaneler, hediyelik eşya dükkanlarının en solunda Sıbyan Mektebi, günümüzde hastane olarak işlevlendirilen binada da Tıp Medresesi vardı. Bu iki sıranın hemen arasında ikiz binalar Evvel Medresesi ve Sani Medresesi’ydi. Her ne kadar ikiz olsalar da yapımları arasına altı yıllık bir zaman dilimi girmiş. Mimari üslupları ve işlevsel planlanışlarıyla örneği daha önce hiç görülmemiş birer medrese bunlar. Günümüzde dünyadaki en zengin elyazması kitapların korunduğu Süleymaniye Kütüphanesi bu medresede. Ana caddeyi kesen dar yolun solunda, Tıp Medresesi’nin karşısında Bimarhane, onun yanında sırasıyla Darüzziyafe ve Tabhane bulunurdu. Tıp Medresesi’nden ayakta kalan bölümler günümüzde Kadın Doğum Kliniği olarak çalışıyor.

Darrüzziyafe restore edilmiş ve geleneksel Osmanlı yemekleri sunan bir restoran haline getirilmiş. Tabhanenin karşısında, dar açılı köşe ise Sinan’ın türbesidir. Bu muazzam yapının böyle gözden uzak bir köşesinde kendisine mütevazi bir türbe yapması, Sinan’ın kişilik yapısıyla ilgili önemli bir ipucu olarak kabul edilir. Açık türbe mimarisi tarzındaki hacim, Sinan’ın ölümünden kısa süre sonra külliyeye eklendi. Türbe 1922 yılında ciddi bir onarımdan geçti.

Türbeden sola dönüp düz yürüdüğümüzde ve Rabi Medresi’ni görüyoruz. Buradaki dar yolun karşısındaki yapı ise külliyenin hamamıydı, uzunca bir dönem atölye olarak kullanılan bina 1980 yılında temizlenip restore edildi. Külliyeden geriye kalan bu yapılar da Süleymaniye’nin eğitim ağırlıklı kurumlarından oluştuğuna tanıklık ediyor.

Külliyenin son kurumu da Darüzziyafe’nin altından eğimli zemine uymuş olan bir kervansaraydır. Yalnızca ahırlardan oluştuğu düşünülen bu tonozlu yapıların standart bir kervansaray olduğu söylenemez. Yine de uzak diyarlardan İstanbul’a ürün getirenlerin konakladığı bir yer olsa gerek.

 

Yorum yapın