Dürüstlük kazandırır
Servetinin tam olarak büyüklüğü bilinmiyordu. Kimisi gayrimenkul kralı olduğunu, İstanbul’un köşe başlarındaki iş yerlerinin ona ait olduğunu söylüyordu. Bazı kimseler ise tatil beldelerinde çok sayıda otelin sahibi olduğunu, farklı yerlerde yüzlerce dönüm zeytinlik arazisine malik olduğunu iddia ediyordu.
Elbette durumu abartanlar ve uyduranlar da vardı. Parasını piyasadan çökse ekonomi dibe vurur diyenlerden tutun, “Apple firmasının gizli ortağı imiş” veya “Gizliden Putin’in askeri danışmanlığını yaparmış” diye inandırıcılığı olmayan iddiaları gerçekmiş gibi dillendirenler de vardı.
Peki nereden geliyordu bu Selami Bey’in serveti ? Onu eskiden beri tanıyanlar liseyi dahi bitiremediğini, bilinen bir mesleği de olmadığını, babasının ailesini zor geçindiren bir kabzımal, annesinin de kendi halinde bir ev hanımı olduğunu bilirlerdi.
Yoksa Selami Bey’in zengin olduğu yalan mıydı ? Kendisi iddiaları ne yalanlardı ne de doğrulardı. Aslında öyle çok da zenginmiş gibi görünmüyordu. Oturduğu daire 20 dairelik bir apartmandı ve apartmanın tamamının ona ait olduğu doğruydu. Ama hiçbir kiracının ona ödeme yaptığı görülmemişti. Kiracılar bir banka hesabına kiralarını yatırıyorlardı.
Ya bu banka hesabı başkasınınsa ? İnsanları böyle şüphelere düşüren şey Selami Bey’in bunca zenginliğine rağmen orta sınıf bir hayat sürmesi idi. Hiç zengin biri Belediye otobüsüne biner miydi ?
Servetinin kaynağını soranlara “Dürüstlük kazandırır” derdi. Gerçi fiilen bir iş yaptığı görülmemişti. Ne iş yapıyordu da bu işi yaparken dürüsttü acaba ? Çok eski yıllarda, daha henüz 18 yaşındayken köhne bir pasajda bulunan çay ocağında birkaç sene garsonluk yaptığını söylerlerdi.
Oradaki işinden ayrıldıktan sonra başka bir işe girişmeyi hiç düşünmemiş ama giderek zenginleşmişti. Bazıları servetinin kaynağının piyango olduğunu söylese de Selami Bey “Tek sermayem dürüstlük” derdi.
Bugüne kadar dürüstlüğün insanı zengin ettiği görülmemişti. Gerçi Selami Bey’in dürüstlüğüne şahit olan da yoktu. Pek konuşkan biri değildi. Komşularıyla diyaloğu “Merhaba, iyi akşamlar” çerçevesindeydi. Çok sayıda malı olmasına rağmen hiç kimseyle alacak-verecek davası olmamıştı. Alacak verecek işlerini başka birilerine devretmişti.
Dolayısıyla ticaret yapmıyordu ki kazık atsın, konuşmuyordu ki yalan söylesin. İnsanlar onun ne dürüstlüğüne ne de kalleşliğine şahit olmamışlardı.
Selami Bey’in servetinin bilmecesi Mart Ayı’nın soğuk bir sabahında çözülmeye başladı. Henüz güneş gökyüzünü kaplayan bulutların arasından kendini gösteremeden kapıya dayanan polisler Selami Bey’i yaka paça karakola götürdüler.
Bu olayı sadece karşı apartmanın gönüllü müzeviri Saime Teyze görmüştü. Ama akşam olunca tüm mahalle bu durumdan haberdardı.
Aradan birkaç gün geçince Selami Bey’in servetinin kaynağının üzerindeki gizem neredeyse kalkmıştı. Meğerse Selami Bey meşhur bir politikacının gizli kasası durumundaydı. Siyaset işiyle uğraşanlar fazlaca göz önünde olduklarından aldıkları-verdikleri pek takip edilir, servetleri de araştırmaya konu olur. Bu yüzden mallarını bazı garibanların üzerlerine yaparlar. Bunlar dürüst olması da şarttır.
Siyasi nüfuzunu paraya ve mala dönüştürmede mahir bir politikacı, servetini gizlemek için Selami Bey gibi birkaç gariban vatandaş bulmuş, gayrimenkullerini ve bazı ticari işlemleri bu kişiler üzerinden yürütüyordu. Selami Bey bir avukata vekalet vermiş, avukat da Selami beyin adına alımları-satımları ve daha bir çok işlemi yürütüyor, Selami Beyin genellikle bunlardan haberi bile olmuyordu.
Tek bildiği meşhur politikacının mallarını kendisi üzerinden kamuoyundan gizlediğiydi. Selami Bey’i seçmesinin sebebi ise yıllar önce çalıştığı çay ocağında hiçbir para üstünü cebe atmamasıydı. Bu yüzden Selami Bey “Dürüstlük kazandırır” demekteydi. Kendisi nimetlerinden faydalanamasa da yıllarca çok sayıda gayrimenkule sahip olmuştu. Bunun karşılığında geçimini sağlayacak kadar para veriliyordu ona.
Selami Bey yıllarca çalışmadan para kazanmanın hazzını yaşamış ve bunu da dürüstlüğüne bağlamıştı. Peki gerçekten de dürüst müydü ? Kirli işler çeviren bir siyasetçinin kirli amaçlarına alet olmuş, bu haksız servetin kimlerin hakları yenilerek elde edildiğini umursamamıştı. Siyasetçi de insanlara yıllarca kendini dürüst olarak tanıtmaktaydı. “Dürüst olmasam sadece bir tek evim, külüstür bir arabam mı olurdu, başkaları gibi mal içinde yüzmez miydim ?” derdi.
Siyasetçinin düşüşü parti içinde nüfuzlu biriyle koltuk savaşını kaybetmesiyle başlamıştı. Partisi bunu gözden düşürünce hem koltuğunu kaybetmiş hem de kirli işlerine kalkan yaptığı “iktidar partisi” kalkanını kaybetmişti. Şimdilerde ardı ardına açılan davalarda kendisini aklamak için boşa ter dökmekteydi.
Selami Bey ise üzerindeki mallara el konulduktan sonra bir ceza almadan salıverileceğini düşünüyordu. Ne de olsa dönen dolaplarda onun parmağı yoktu. Ama kendisini dürüst zanneden Selami Bey o kadar da dürüst değildi. Bedavadan para kazanmak, kirli insanların kirli işlerini görmezden gelmek hatta onların bu kirli düzenini sürdürmelerine aracı olmak dürüstlüğü kaybetmek için yeterli değil mi ?
Selami Bey çete üyeliğinden, nitelikli dolandırıcılığa kadar onlarca iddia üzerinden yargılandı ve çoğunda suçlu bulundu. “Benim haberim yok, ben sadece paravanım” demesi yeterli olmadı. Mahkeme Selami Bey’e 20 yıl ceza verdi. Ama tek sorunu bu değildi. Üzerine yapılan mal ve şirketlerin vergileri ve çeşitli borçların da ona yıkılması nedeniyle ödemesi imkansız bir borç yüküne girdi.
Hapse girdikten sonra da “Dürüstlük kazandırır” demeye devam etti.
-Dürüst olsaydım kazanırdım, dürüst olmadığım için buradayım.
Dürüst esnaf
Dükkanının kepengini kaldırdığında saat henüz 07:00 bile olmamıştı. Aydınlatan ama henüz ısıtmayan güneş geçen sene yapımı biten gökdelenin sağından onu selamlarken Vasfi Bey vitrinini düzenliyordu.
Sabahın bu saatinde pek iş olmazdı. Genellikle ürünlerini saat 10:00 dan sonra satmaya başlardı. Saat 07:00 ile 10:00 arasında fiyat soran bile olmazdı. Vasfi Bey otomobil lastiği satardı. Bazı günler satış yapmadığı da olurdu, bazı günlerde ise yarım ayda kazandığını bir günde kazanırdı.
O sabah da gününün bol kazançlı geçmesini istemekteydi. Zira oğlunu evlendirdiği için yüklü bir borca girmişti. Dükkanın önünü temizleyince kafasını gökyüzüne kaldırdı ve “Allah’ım bugün yüzümü güldür, bana tahmin edemeyeceğim kadar bol rızık ver!” diye dua etti.
İki dükkan ötedeki büfeden gazete aldı ve kısa boylu taburelerden birini dükkanın önüne çekerek gazeteyi okumaya koyuldu. Manşet haberleri fazla ilgisini çekmeyince doğrudan spor haberlerine atladı. Burada da pek ilgi çekici bir şey yoktu. Gazeteyi dizine indirip sağa sola baktı. Etrafta işine yetişmek için hızlı adımlarla kaldırımdan yürüyen bir genç kız ile her gün aynı saatte iş yeri servisinin gelmesini bekleyen esmer kısa boylu delikanlıdan başka kimseler yoktu.
“Anlaşılan bugün de kısmetimiz bağlı, nasıl başlarsa öyle gider” diyerek kendini karamsar bir havaya soktu. Gazetesini yeniden gözünün hizasına getirmişti ki dükkanın tam önüne bir otomobil durdu. Vasfi Bey arabanın tam da dükkanın önünde durması nedeniyle “acaba müşteri mi geldi?” diye umutlanmıştı ki kafasını kaldırdığında bunun yalnızca bir taksi olduğunu gördü.
Taksiden saçı başı dağılmış ve sarhoş olduğu izlenimi veren bir delikanlı indi. Delikanlı taksinin kapısını açıp arabadan çıkmaya çalışırken koltukta duran ve içi para dolu bir poşet aşağı düşüverdi. Poşetin düşüşünü ne delikanlı ne de şoför fark edebilmişti. Poşetin içinde bulunan ve lastikle birbirine tutturulmuş para balyaları sanki canlanmış gibi poşetten fırlayarak yerde birkaç takla attı ve tam da Vasfi Bey’in önünde durdu.
Delikanlı bulanık gözlerle başını yukarı kaldırmış binaların pencerelerine bakarak geldiği adresin doğru olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.
“Yok burası değil, öbür sokak” diye seslendi taksiciye. Daha sonra iki adım önündeki Vasfi Bey’in bile farkına varmayarak arkasına bile bakmadan taksiye binip oradan uzaklaştı. Vasfi Bey’in genci ikaz edecek zamanı olmamıştı.
Para balyaları bir top halinde Vasfi Bey’in önünde duruyordu. Şaşkın geçen birkaç saniye sonra Vasfi Bey sanki yerden sevimli bir kedi yavrusu alıyormuş edasıyla para balyalarını aldı ve kucağına koydu.
Bir süre sonra delikanlının yine aynı taksiyle geri gelip parasını soracağını düşünüyordu. Ama öyle olmadı. Yarım saat elinde paralarla dükkanın önünde öylece kalakalan Vasfi Bey nihayet elinde kaç para olduğunu saymayı akıl edebildi.
Paraların bazısı 50’lik, bazısı 100’lük, bazısı da 200’lük desteler halindeydi. Desteleri bozmadan kaba bir hesapla elinde yaklaşık 80 bin ile 100 bin Türk Lirası tutuyor olduğunu anladı. Bu para borcunu kapatır ve eşinin istediği bulaşık makinasını da almaya yeterdi. Kalan parayla da gelecek yaz kallavi bir tatil yapabilir veya ne zamandır yapmayı düşündüğü ama parasızlıktan hep ertelediği dükkan tadilatını yapabilirdi. Kısacası bu para maddi sorunlarını çözmeye yeter bir paraydı.
Bu para İsrailoğullarına gökten inen kudret helvası gibi ayağına gelen bir nimetti sanki. Bir zaman sonra elindekinin sevimli bir kedi yavrusu olmayıp muhafaza edilmesi gerekli bir şey olduğunu farkına vararak parayı uygun bir yere koymayı akıl etti.
Peki nereye koyacaktı ? Dükkanda kasası yoktu, önce kasanın önünde devrilmiş şekilde duran lastiğin içine bırakıverdi. Üzerini de çıkma jantlardan biriyle kapattı.
Aradan henüz 5 dakika bile geçmemişti ki parayı çok saçma bir yerde muhafaza etmeye kalktığını anladı. O gün paranın yerini en az 5 kere değiştirdi. Akşam olup hava kararınca delikanlının parayı almaya gelmeyeceğini düşünmeye başladı.
Acaba parayı arayıp soran olmazsa para onun olabilir miydi ? Delikanlının bulanık baktığını fark etmişti. Belki de parayı burada düşürdüğünü hatırlamıyordu. Taksici görse delikanlıyı ikaz ederdi, demek ki görmemişti. Etrafta pek kişi yoktu, sokakta güvenlik kamerası da yoktu.
Vasfi Bey’in içindeki şeytanlar vicdanını bir köşeye sıkıştırmış paranın üzerine yatması için ikna etmek üzerelerdi ki “Haram lokma yemem!” diye iç geçirdi. Bu güne kadar ne birinin malını çalmıştı ne de birine kazık atmıştı. Parayı eve götürse eşi parayla borcunu kapatmasını isteyecekti. Dükkanı kapatınca parayı dükkanda bırakıp evinin yolunu tuttu.
Ne ertesi gün ne de ertesi hafta gelen giden olmadı. Vasfi Bey’in işleri kesattı. Taksinin plakasını hatırlayamadığı için delikanlıya ulaşma ümidi de yoktu. Acaba parayı harcasa mıydı ? Bir ara bu fikre meyleder gibi olsa da dürüstlüğünden taviz vermedi.
Polise gitti ve olan biteni anlattı. Elinden parayı bir tutanak karşılığında teslim aldılar. Para delikanlıya teslim edildiğinde kendisine bir teşekkürün ulaşmasını beklerdi. Ama bir daha karakoldan arayan soran olmadı. Delikanlının parayı almak için karakola gidip gitmediği bilinmiyor.
Hikayenin sonunda ne mi oldu ? Vasfi Bey istese parayı kendi borçlarını kapatmak ve bazı ihtiyaçlarını karşılamak için kullanabilirdi ama yapabileceği en doğru şeyi yaptı ve dürüst kaldı. İşte dürüstlük böyle bir şeydir. Her koşulda doğruluktan sapmamak ve bunun için karşılık beklememektir.
SEPETÇİ İLE ZENGİN ADAM
Vaktiyle bir ülkenin bir şehrinde bir sepetçi adam yaşıyormuş. Bu sepetçi sabahtan akşama kadar dükkânında sepet yapmakla uğraşırmış. İşine saygı duyar, en ucuza satacağı sepetleri bile büyük bir özenle hazırlarmış. Bundan dolayı yaptığı sepetler çok sağlam ve dayanıklı olurmuş. Başka şehirlerden, kasabalardan, köylerden onun yaptığı sepetleri almak için dükkânına gelenler bile varmış. Bu sepetçi yalnız salı günleri dükkânında bulunmazmış, çünkü salı günleri o şehirde pazar yeri kurulurmuş ve sepetçi pazarda sergi kurar, sepet satarmış.
Bir gün sepetçi dükkânına çok zengin bir adam gelmiş. Zengin adam sepetçiden işlemeli, süslemeli, rengârenk boyalı, dünyada bir eşi ve benzeri yapılamayacak güzellikte üç tane sepeti üç ay içinde yapmasını istemiş. Sepetçi ise, istenen özelikleri taşıyan üç sepeti üç ay içinde tamamlayabileceğini, fakat bunun için üç yüz altın istediğini söylemiş. Zengin adam istediği parayı fazla bulduğunu söyleyince sepetçi: “ Aslında üç yüz altını emeğimin karşılığı olarak istiyorum. Daha sırada birçok sipariş var, bunları ertelemem lazım. Ayrıca yeni siparişler gelebilir. Bu üç ay içinde pazara çıkmamam gerekir. Siz de takdir edersiniz, pazara çıkmamak kazancımın önemli bir kısmını kaybetmeme neden olacaktır “ deyince zengin adam sepetçiye hak vermiş ve ücretin yarısını peşin ödemiş. Sepetleri alırken kalan yüz elli altını ödeyeceğini söyleyip gitmiş. Sepetçi gündüzlerine gecelerini de katarak uğraşmış, göz nuru dökmüş. Sağlam ve incecik sazları birbirinin üstüne örmüş. Bunların üzerlerini resimlerle, boyalarla süslemiş. Bu arada neden pazara çıkmadığını soranlara durumu anlatmış. Sipariş için gelenlere de sürenin sonunda tekrar uğramalarını söylemiş.
Sonunda, üç aylık süre dolmuş. Sepetçi, zengin adamın geleceği günden bir önceki gün sepetlerin yapımını tamamlamış. İkindi vaktine doğru kahveye çay içmeye gitmiş. Kahvede zengin adamın sabaha karşı öldüğünü öğrenmiş. İyiliksever, dürüst bir tüccar olarak tanınıyormuş. Sepetçi onun nerede oturduğunu öğrendikten sonra üzgün bir şekilde dükkânına geri dönmüş. Yarın olmuş, öbür gün olmuş, aradan bir hafta geçmiş. Sepetleri arayan soran olmamış. Bu arada sepetçi eskisi gibi sepet yapmaya, pazara çıkmaya başlamış, ama dükkânının bir köşesinde duran üç sepeti gördükçe sepetçiyi bir düşüncedir alıp gidiyormuş.
“ Sepetleri adamın evine götürsem karısı, oğlu, kızı vardır, yüz elli altın ödeyip alıverirler belki. Sepetleri biraz ucuza başkalarına satmaya kalksam, gelirlerse bu dükkana, sepetçi, bizim üç sepet hani? Bak bu torbada yüz elli altın var. Ver sepetleri al paranı derlerse, ben ne yaparım? “ Bakmış bu böyle olmayacak bir sabah sepetleri bir çuvala koymuş, zengin adamın konağına gitmiş. Sepetçiyi konakta zengin adamın üç oğlu karşılamış ve olanları öğrenince çok şaşırmışlar. Gençler, babalarının işlerine yardımcı olduklarını ve onun kendilerinden gizli saklısının bulunamayacağını, sepetlerin gerçekten güzel olduğunu, fakat yüz elli altın verip bunları almalarının mümkün olmadığını, babalarının sepetleri üç yüz altına alıp da ne yapacağını bilmediklerini söylemişler. Bunun üzerine sepetçi sepetlerini alarak dükkânına dönmüş.
Aradan günler, haftalar, aylar geçmiş. Bu zaman zarfında üç sepetin hikâyesini duyan pek çok kişi sepetçinin dükkânına gelip sepetleri görmüş ve çok beğenmiş. Sepetçi üç sepet için yüz elli altın istediğinden kimse sepetleri almaya yanaşmamış. Bir gün o ülkenin padişahı ününü duyduğu üç sepeti görmeye gelmiş. Sepetlerin güzelliğine hayran kalan padişah yüz elli altın ödeyip sepetleri almış. Zamanla üç sepetin ünü dünyanın birçok ülkesine yayılmış. İmparatorlar, krallar, prensler.. Padişahtan üç sepeti alabilmek için yarış içine girmişler. Sepetçi bir kralın padişaha üç sepet için on bin altın teklif ettiğini duyunca hayretler içinde kalmış. Sepetçi yapmış olduğu sepetlerin bu derece ünleneceğini ve bu kadar pahaya çıkacağını beklemiyormuş. Bu durumun nedeninin sepetlerin çok güzel olmasının yanı sıra onların meydana geliş hikâyesindeki değişik şartların ve zengin adamın üç sepeti neden yaptırmak istediği sorusunun bir türlü cevaplandırılamamasının etkili olduğunu biliyormuş.
Günlerden bir gün zengin adam sepetçinin rüyasına girmiş ve üç sepeti, üç oğluna hediye olarak yaptırdığını söylemiş. “Oğullarım evlenirken, sepetleri altınla doldurup düğün hediyesi olarak verecektim.” demiş.
Sepetçinin, canım efendim, tanesi yüz altına özel sepet yaptıracağınıza, benim dükkandaki beş altınlık güzel sepetlerden neden almadınız, sorusuna zengin adam şu cevabı vermiş:
” Zenginliğim fark edilsin, herkes tarafından bilinsin istedim. Ben altınları normal bir sepete koysaydım zenginliğimin ne kıymeti kalırdı? Altınların konacağı sepetler de altın gibi kıymetli olmalıydı.”
SON
Yazan: Serdar Yıldırım